Allah dostu evliya zatlar gaybı bilebilir mi?
Allah dostu evliya zatlar gaybı bilebilir mi?
Evliya istediğinde keramet gösterebilir mi?
URL Kopyala
Gerek peygamberler, gerekse veliler gayb’ı ancak Allah’ın izniyle bilebilir. Allah’ın bildirmediğini ise hiç kimse bilemez. Bizatihi ve külli olarak gayb bilgisi ancak Allah’a aittir. Bu sebeple bizatihi gaybı bilmek ancak Allah’a nisbet edilebilir. Peygamberler ise gaybı ancak biğayrihi yani Allah’ın bildirmesiyle bilebilir. “Gaybı bilen O’dur. Gaybına kimseyi vakıf kılmaz. Ancak O’nun razı olduğu Rasül müstesna…” (Cin:26) İmam nevevi, Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:
“Mahlûkatın ilimlerinin Allah’ın (cc) ilmine eşit veya benzer olma şüphesi hiç kimsenin aklına gelmemelidir. Yani insan bu hususta şüphe dahi etmemelidir. Zira Allah’ın ilmi; zati, vacip, ezeli ve hakikidir. Mahlukatın ilmi ise Allah tarafından verilmiş ve hâdis (yani sonradan olma)dır. Allah’ın bildirmesiyle peygamberler bazı gaybi şeyleri bildikleri gibi, bazı veliler de bir kısım gaybı bilebilirler. Ancak peygamberlerin gaybi bilmesiyle evliyaların bilmesi arasında büyük farklar vardır. Peygamberlerin bilgisi vahye dayandığı için kesindir ve yakini bilgi ifade eder. Velininki ise ilham neticesi olup, yakini olmadığı gibi şeri delil de olamaz.”
Konuyla ilgili bir hadisi şerif şöyledir: ”Mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden (bö¬lümünden) biridir.” (Buhârî-Müslim-Ebû Dâvûd-Tirmizî-İbni Mâce) Bir diğeri ise şöyledir: “Nübüvvetten sonra, sadece mübeşşirât kalmıştır” (Sahâbeler:) Mübeşşirât nedir? diye sordular. Peygamberimiz (s.a.s.): “Rüya-yı sâlihâ (gerçek ve güzel) rüyadır” buyurdu. (Buhârî-Müslim-İbni Mâce-Ebû Dâvûd-Tirmizî-Nesâî) Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere salih kulların rüyaları Peygamber Efendimizin (s.a.s.) mucizesinden ümmetine bahşedilen bir damla rahmettir ve ileride gerçekleşecek olayları haber verebilmektedir.
Son peygamber olan Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) vefatı ile nübüvvet yani peygamberlik ve vahiy dönemi kapandığından, geriye sadece peygamberliğin bir cüzü (bölümü) olan ve “mübeşşirât” denilen gerçek mü’minleri müjdeleyici güzel ve doğru rüyalar kalmıştır. Herhangi bir Müslüman bile bazen gördüğü rüyanın ertesi gün gerçekleştiğine tanıklık edebilmekte, rüyada yaşadığı hali bir zaman sonra uyanıkken yaşayabilmektedir. Allah dostları ise nefislerini terbiye edip, devamlı surette Allah Teâlâ’nın zikri ile meşgul olup, gafletten uzak olduklarından rüya ve zuhuratları (Allah’ı zikretme esnasında gelen geçkinlik hali) bir işaret ve ilham olabilmektedir.
İslâm âlimleri ve mutasavvıflara göre; en üstün kerâmet, istikamettir. İstikamet, her hâlinde şer‘i şerife riâyet etmek, güzel ahlâk ve doğruluktan ayrılmamaktır. Güzel ahlâk, iyilikseverlik, diğerkâmlık ve cömertlik gibi vasıflar, mümine verilmiş en üstün özelliklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın bütün müminlerin dostu/velisi olduğunun vurgulanması (Âl-i İmrân, 3/68), bu hususa bir işaret olarak görülebilir. Gerek âyetlerde gerekse hadislerde Allah’ın (c.c.) bazı salih kullarına olağanüstü nitelikte lütuflarda bulunduğu ifade edilmektedir. Bu lütuf belli bir zaman ve belli şahıslarla da sınırlı değildir.
Bununla birlikte kerâmetin Allah’ın azametinin, lütuf ve kereminin bir delili olduğu ve kerâmet lütfedilen kişilerin olağanüstü sıfatlara sahip kişiler olmadıkları hususu unutulmamalıdır. Ayrıca Allah’ın kudretinde olan bir şeyin, kişilerin iradesinde olduğunu kabul etmek itikadî açıdan da doğru değildir. Hiç şüphe yok ki herkes için temel ölçü, istikamet üzere yaşamaktır. Diğer taraftan, neyin kerâmet sayılıp sayılmayacağı hususunda kesin ve objektif bir ölçü olmadığı için konu, tarihte ve günümüzde daima istismara ve suistimale açık bir konu olmuştur. Unutulmamalıdır ki kişinin olağanüstü olarak değerlendirdiği her hâl, kerâmet olmayabilir. Dolayısıyla kerâmet iddialarına değil kişinin istikametine itibar edilmelidir.
Sahâbeden Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr, karanlık bir gecede Allah Rasûlü’nün yanındaydılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından çıktıklarında bir de baktılar ki; önlerinde iki nûr var. Birbirlerinden ayrıldıklarında nûrlardan her biri birisiyle berâber devâm etti. (Buhârî, Salât 79, Mesâcid 78, Menâkıb 28, Menâkıbu’l-Ensâr 13) Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın Mekkeli müşrikler elinde esir iken ve hiçbir taze meyvenin bulunmadığı bir zamanda elinde bir salkım üzüm yerken görülmesi de, sahâbenin mazhar olduğu kerâmetlere bir misâl teşkil etmektedir. (Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28)
Yine rivâyete göre, Ömer -radıyallâhu anh- minberde halka hutbe verirken “Yâ Sâriye dağa, dağa!” diye seslenmiştir. Hutbedeki mevzu ile hiç alâkası olmayan bu sözü söylediği sırada Sâriye, Medîne’ye bir aylık mesâfede Allah düşmanlarıyla harb etmekteydi. Fakat Allah -celle celâlühû-, Ömer -radıyallâhu anh-’ın sesini Sâriye’ye duyurmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 3) Hz. Ömer (r.a.) Peygamber olmadığına göre Allah’ın veli kuludur ve kendisine gayp olan çok uzaktaki hadiseye vakıf olup cihatta bulunan sahabeleri uyarmıştır. Bu ve benzeri hadiseler göstermektedir ki Allah’tan verilen bir keramet olarak veli zatların gaybe vakıf olmaları mümkündür.